Tren

O vakit daha “hızlandırılmış tren” diye bişey icad olunmamıştı ve Pamukkale expresi diye bi güzellik vardı. Zaman zaman “eğlence treni” diyenler bile olmuştu :)

Bu sezon henüz bi şekilde içimize sine sine bi XC yapamamış olmanın verdiği
içimizde kalmışlıkla yine yollara düştük bu haftasonu. Ne zamandır peşimizi
bırakmayan kuzeyli rüzgarların bu haftasonu yerini güneyli rüzgarlara
bırakacağı müjdesi, bizi yurdumuzun biricik XC bölgesi olan çökeleze
yöneltti. Sezon başında ilkini yine denizlide yaptığımız (Can’ın 50km
gittiği) XCamp’in devamını getirmek için her türlü malzememiz vardı (yeni
kanat, ortam gazı, vs).

İstanbul’dan buhak (Tolga, Tankut ve Levent) ile birlikte denizliye giden
pamukkale expressine (bu arada 15 saat ve express kelimesi yanyana komik
oluyo) yetişmek için her türlü maymunluğu yaptık sanırım. Cuma akşamüstü
trafiğinde arabayla haydarpaşaya yetişmeye çalışırken, trenin hareket
saatine sadece 10 dakka kala haydarpaşa köprüsünün üzerinden geçerken heyoo
yetiştim diye erken bir zafer kutlaması yüzünden soldan haydarpaşaya dönüşü
kaçırıp kendimi ümitsizce kilit trafik içinde kadıköye doğru sürüklenirken
bulmamla maceramız da resmen başlamış oldu. Bişekilde sağa haydarpaşaya
dönüş bulmayı umarak gittikten sonra ümitsizce minibüs duraklarına yaptığım
saldırı, duraklarda bekleyen yüzlerce insanın şaşkın bakışları altında
onlarca minibüs arasında kalmamla sonuçlandı. Kalan son beş dakikamı da
durakta müşteri bekleyerek geçirmeyeceğime göre önümdeki son çareyi
kullanmak zorunda kaldım: kaldırımlar. Beni hiç sormayın ama durakta
bekleyenlerin bayaa eğlendiğini söyleyebilirim.

Diğer elemanlar da, gerek işyerinden çaktırmadan kaçarak, ister yollarda
koşturarak kendi kişisel maceralarını yaşayarak son anda trene yetiştiler ..
kan-ter içinde girdiğimiz havasız ve sıcak biricik kuşetli odamızda devasa
çantalarımızı tepedeki yerlere tıkıştırdıktan sonra yolculuğumuz resmen
başlamış oldu.

Tren güzel bişi .. kendinize orda yeni ufak bi hayat kuruyosunuz,
eşyalarınızı çıkarıp yerleşiyosunuz, yatağınızı yapıyosunuz, sıkılınca tren
boyunca geziyosunuz, acıkınca restoranda oturup yemek yiyosunuz, bira ve
sigara böreği, patates kızartması ve çerez eşliğinde muhabbet ediyosunuz,
yatıp kitap okuyup müzik dinliyosunuz, sonra biraz daha muhabbet, uçuş
anıları, yeni planlar vs derken yol o kadar uzun sürüyo ki biteceğinden
ümidi kesip daha kalıcı yerleşme içgüdünüz ağır basıyo ..
Sonuçta sabah, uyumuş ve dinlenmiş olarak tam vaktinde denizliye vardık.
Orada bizi minibüsüyle resmi transportumuz Ali abi ve denizliden katılan
arkadaşlarımız karşıladılar. Isa ve Polat’ı da aldıktan sonra çökeleze doğru
yola koyulduk. Kalkış noktasında hava mükemmele yakındı, tam beklediğimiz ve
istediğimiz gibi güneyli tatlı bir rüzgar karşıladı bizi. Havada herhangi
bir bulut oluşumu görmek için henüz erken olduğundan biraz bekleyelim dedik.
Bu süreyi ufaktan hazırlanarak ve diğer ritüelleri (take-off shit) eda
ederek geçirdikten sonra termik çevrimler ufaktan başladı. Isa saolsun yine
ökkeşimiz oldu ve önden havalanarak havanın tutunulabilir olduğunu gösterdi.
Ben termik çevrimlerin süreklilik kazanmasını (havanın patlamasını) ve bulut
oluşumlarını beklemeye devam ettim. Yaklaşık bir saat sonra ümidi kesip,
uçarak o mega termiğimizi havada beklemeye karar verip havalandık.

Hava klasik bir yüksek basınç + inversiyon havasıydı. Termikler yere yakın
irtifada bol ve düzgün ama irtifada küçük, bölük pörçük ve roket gibiydi,
dolayısıyla alçak irtifada uzun süre tutunmak ve low-save yapıp yeniden
kalkışın seviyelerine yükselmek nisbeten kolaydı, ama bulduğumuz en baba
termik bile kalkışın en fazla 700mt üzerine kadar zor bela çıkıp oradaki
inversiyonda eriyip gidiyordu. Küçük ve sert termik balonları termiği
merkezlemeyi zorlaştırıyor, bi kaldırıcı bi bastırıcı derken bayaa
uğraştırıyodu. Bölgenin ve termiklerinin acemisi olan arkadaşlar için bayaa
eğlenceli ve öğretici bir uçuş oldu sanırım, bi ara Levent’in kanadı önümde
giderken okkalı bi termik tokadı yedi, çıkan tozu görmeliydiniz .. telsizden
hemen dön sarıl o termiğe dediysem de nedense(!) levent biraz isteksiz
davrandı o konuda .. Yaklaşık iki saat boyunca inversiyonun kırılarak
cennetin kapılarının açılmasını, take-off + 1000mt gibi mütevazi bir
irtifaya ulaşarak ilk kroslarını yapmayı bekleyen arkadaşlarla beraber büyük
çökelez semalarına uzanmayı bekledik ama nafile, inversiyon bizden daha
inatçı çıktı ve bi süre sonra sıkılarak top landing (bazıları dop-landing
oldu) yaptık. Daha sonra da Pamukkale tarafından uçmak üzere çökelezi terk
ettik.

O günü kurtaracak tek şey, daha önce kaldığımız ve son derece de memnun
kaldığımız otelimize yerleşerek, açık büfe akşam yemeği öncesi kendimizi bi
sıcak havuza bi soğuk havuza atmak olacaktı. Ama o kahpe turistler oteli
doldurmuş olduğundan biz de açıkta kalarak daha mütevazi bi pansiyona
yerleştik. Yemek geç ve güzeldi ama akşam biz de sivrisineklere ziyafet
olunca olay kabus boyutuna sürüklendi hafiften.

Bütün ümitlerimiz pazar gününe kalmıştı ama inversiyon yine geçit vermedi.
Hatta bu sefer dünkü +700mt’yi bulsak arkamızı döneriz gemileri yakarız
filan diye atıp tutuyoduk ama kazıya kazıya anca +450mt olunca hayaller yine
suya düştü. Hayır bişi diil, termik var, uçuş var iyi güzel de, sen
4500’leri gör ikscee’nin gözüne verme, ondan sonra tamam şimdi gitcem diye
gel +450mt’de inversiyona takıl, valla delikanlı pilota çok koyuyo
bildiğiniz gibi diil.
O gün havada en son polat ile ben kalınca Isa aşağıdan “biz kaklık tarafına
yola çıkalım siz de yukarıdan uçun indiğiniz yerde yoldan alırız sizi”
deyince biz de polatla çökelezi terk ederek kısa bi uçuş sonrası
baklançakırlar’da ekiple buluştuk.

Günün sonunda ekip kaklık’a akşamüstü yelken uçuşu için giderken biz de
polatla beraber trene kaklık’tan binmek gibi süper bir fikri uygulamaya
koyduk. Böylece denizliye bi saatlik geri dönüş yolculuğunu tasarruf etmiş
olacaktık (aklımızca). Evet tren kaklıkta duruyodu ve kaklıktan bilet
alınabilirdi. Ama hala osmanlı devrinden kalan bilet sistemini kullanan
tcdd’nin ara istasyonlarından sadece numarasız bilet alabiliyor olduğumuzu
öğrendiğimizde içimize ufak bi kurt düşmedi diil hani .. Yani biz sonuçta
yataklı döşekli gitmeyi hayal ederken bi numaramız bile olmadan nasıl yani
?? Istasyondaki adam bu sefer de “önemli diil trende kondüktör beye söyleyip
yataklıya geçersiniz” diye içimize su serpti ama embesilin bize söylemeyi
unuttuğu detay, bu değişimin afyondan (türkçesi gece yarısı) önce
olamayacağı idi. Treni beklerken de istasyonda solcu-milliyetçi bi amcanın
hafif şizo-agresif nutuklarına maruz kaldık, ben bi ara baya baya gardımı
aldım bi yandan da allahım ne günah işledim de böyle bi macerayı reva gördün
bana diye söyleniyorum. Neyse sonunda trenimiz geldi, bi kompartmanda oturan
diğer 3 kişinin huzurlu yolculuklarına kocaman çantalarımızla son verip
içeri tıkıştık. Şimdi hemen kondüktörü bulup yer ayarlamaya çalışcaz bi an
önce ama eşyaları bırakamıyoruz, önce ben bi sorti düzenledim kondüktör amca
için, aman allahım, ne uzun trenmiş, vagonlar geç geç bitmiyo, adamlarda
maşallah en arkada gidiyolarmış, neyse ben birini buldum dedim biz sınıf
atlamak istiyoz, adam müjdeyi verdi afyona kadar beklemelisiniz diye ama bi
de öteki kondüktöre de sormalıymışız, orası onun yetki alanı diilmiş ..
adamın adı “kondüktör” ama bilgi birinden ötekine “iletilemiyo”, bi de
sanırsın vagonlar vagon değil derebeylik, birinin vagonuna diğeri
karışamıyo. Neyse ben döndüm bayrağı polata devrettim, nöbeti devraldım, bi
sorti de o gitti, ama sonuç değişmedi tabii .. Numarasız bölümde genellikle
kısa mesafe yolcular seyahat ediyo, adam üç beş saat oturup iniyo,
denizliden istanbula kadar o koltuklarda sopa yutmuş gibi oturmaya bizden
başka aday yok gibi .. bişey diil tam adamlara güven geliyo, eşyaları
bırakıp gidip yemek yiycen, yeni biri gelip oturuveriyo içeri haydaa kıllan
bakalım, adam hırlı mı hırsız mı nedir ne diildir. Neyse zor bela yemek
vagonuna attık kapağı, bişeyler yiyelim kendimize gelelim diye, polatla
nasıl açız, kaklıkta 3 yemekçinin 3 de kapalı olunca trene aç binmişiz
zaten. Neyse ızgara varmış istedik, yanında bi kaşık da pilav var, garsona
rica ettik, ayrıca bi tabak da pilav alalım diye, yok vermiyoruz diyo
..Öldür allah alamadık o bi tabak pilavı .. aklınızda olsun, tcdd
trenlerinde pilav alamıyosunuz, izahı yok, öyle ..Yemek de boğazımıza
diziliyo, her istasyonda acaba birisi bizim çantalarla inermi burda diye
stres oluyoruz polatla .. Lan yolculuk mu yapıyoz dayak mı yiyoz belli diil.
Sonuçta yemek vagonunda muhabbeti ısıttığımız “iletken” amcalardan biri bize
bi tüyo verdi, karakuyu’da yeni vagonlar eklenecekmiş, o zaman belli olurmuş
yer olup olmayacağı .. Biz polatla oflaya puflaya gece yarısı afyonu bulduk
sonunda .. numarasız koltuklarda arada uyuklamaktan oramız buramız tutulmuş
sakat kalmaya ramak kalmışız, havasız sigara dumanından boğulmak üzereyiz,
dedik gidelim şu kondüktör amcaya isteğimizi bi daha “iletelim”. Yine
başladık vagonları teker teker geçmeye, tam yemek vagonuna geldik derken bi
tane daha pullman çıktı, bu seferki kuşetli vagon derken pusetli vagon
çıkıyo filan, tam kaybolduk derken meğerse karakuyu’da aralara vagon
serpiştirmişler, tren uzamış. Bu arada polat, “biz bikere yemeklide
otururken bizim vagonu aradan çıkarmışlar, eşyalar ıspartaya gitti” diye
korku hikayeleri anlatıyo filan, eğleniyoruz netekim. İlk kondüktörümüzü
odasında karanlıklar içerisinde sigara içerken bulduk, adam “yer yok oda
yok, kuşet puset hiçbişey yok, bundan sonraki vagonlarda da yok” gibisinden
bişiler mırıldandı, teşekkür edip sonraki vagonlara doğru yolculuğumuza
devam ettik, bizden sonra intihar etmiştir herhalde adamın öle bi ruh hali
vardı .. Biz tam bi sonraki kapının trenin ve dolayısıyla bizim
ümitlerimizin de sonu olduğunu düşünmeye başlamışken daha önce yemek
vagonunda iyi ikili ilişkiler kurduğumuz bi kondüktörle karşılaştık, adam
sanki bize esrar satıyo gibi gizli gizli çocuklar sadece 2 kişilik yerim var
çabuk olun, eşyalarınız bu kadar di mi (bel çantalarımızı kastediyo) diye
sorunca biraz stres olduk. Zira etrafta sinsice dolaşıp bizim gibi yatacak
bir “numara” arayan diğer rakiplerimizden daha hızlı davranmalıydık, heyhat
saat gece yarısı olduğundan aradaki yemekli vagon kapanıp kilitlenecekti ve
bizim polatla iki devasa yamaşüt çantasından gayri 7-8 küçük parça çanta mat
tulum vs miz vardı. İlk aklımıza gelen, bi sonraki durakta numarasız
vagondan atlayıp, aradaki vagonları ve kilitli yemek vagonunu dışardan geçip
yeni vagonumuza direkt olarak saldırmak oldu. Bu fikrimizi kondüktör amcaya
ilettiğimizde aldığımız cevap “siz yürüyene kadar tren basar gider
anadolunun uçsuz bucaksız oavalarında dımdızlak kalırsınız” oldu. Eh naapcaz
bişekilde eşyalar ve biz yaklaşık 500mt ve n vagonluk mesafeyi katetcez, bu
sırada trendeki tek dostumuz olan kondüktör de biz gelene kadar homurdanan
yemekhane personelini zaptetcek. Biz ya allah diyip bi koşu vagonumuza
döndük polatla, artık vagonlararası engelli koşu rekorunu kırmak üzereyiz,
tren bi yandan savrula savrula gidiyo, arada yürüyen insanlar, yer bulamayıp
tuvaletlerin ve kapıların önünde yerlerde uyuyan insanlar filan, tren
hafiften auschwitz’e gider gibi .. daha bi de bunun eşyalarla dönüşü var ..
Neyse biz sırtlandık eşyaları iki elimiz de dolu bi şekilde vagonlar
arasında koşturuyoruz, en kolayı pullmanlar, ortası geniş koridor, bi ara
ben uzamışım baktım polat yok, nerde bu adam diye arkaya bi döndüm, benim
çanta 5 kişiyi devirmiş filan, dayak yemeden delicesine uzaklaştık ordan, bi
sonraki vagon kuşetli, nasıl dar bi koridor anlatamam, ben bi ucundan girdim
ama yanımdan bir adam geçmesi mümkün diil, ben piston gibi koridordaki
herkesi vagonun sonunda kadar sürdüm, bişey değil acelemiz var, yemek
vagonunu bi kitlerlerse sıçarız resmen. Ordan sonra bikaç vagon daha geçtik
ama mübarek vagon geçmiyoruz da keçiören belediyesince düzenlenen
tontonlarla ponponlar arasında engelli yarışma yapıyoruz sanki. Artık nasıl
yaptık, onca vagonu hem de savrula savrula giderken geçtik ben denge
konusunda oldum diyorum, budur yani .. Sonunda polatla yeni iki yabancının
yanına yerleştik bişekil, kondüktör amca bize çarşaf pike yastık felan
iletti, teşekkür edip yataklarımızı yaptık, polat geçen sefer buralarda
biyerde tren raylarını sel götürmesi sonucu ovanın ortasında nasıl 30 saat
mahsur kaldıklarını filan anlatırken ben de yastığımı kabartıyodum. Valla
son anda o yerleri bulmasaydık halimiz nice olurdu a dostlar, ne siz sorun
ne ben söyleyim. Bir uyumuşuzki sabah kondüktörün altımızdaki çarşafları
çekiştirmesiyle uyandık haydarpaşada.
Ve böylece bir 100+ macerası daha hüsranla sonuçlanmış oldu. Tabii bu işin
peşini bırakcamız anlamına gelmesin, daha bunun üzümlüsü var, sinekçisi var,
bozdağı var, hele ben bi kendime geleyim de …

Leave a Reply